Afrika’da filler,
çok geniş vadilerde yaşasalar bile, daima her gün kullandıkları yoldan, gidip
gelirlermiş. Fil avcıları da fillerin geçecekleri bu yollarda derince çukurlar
kazar, üzerlerini ince bir kamuflaj tabakasıyla örter ve en önde yürüyen filin o
kazdıkları çukurlara, düşmesini planlar ve sonrasında da beklentilerini
gerçekleştirirlermiş.
Daha sonrasında ise ;
fillerin unutmayacağından hareketle, fil avcıları siyah elbiseler
içerisinde ve yüzleri kapalı olarak gelir, çukurda çırpınan fili kırbaçla
dövmeye başlar ve birkaç gün de hiç yiyecek vermezlermiş.
Bir süre sonra ise ;
aynı avcılar, beyaz elbiseler içinde ve filin sevdiği yiyeceklerle gelirler,
filin karnını doyururlar ; hortumunu, yüzünü ve gözünü okşarlarmış. Avcılar ;
fili kendilerine alıştırdıktan sonra da , çukurun önünü kazarak, fili oradan
çıkarırlar ve filin hortumundan tutarak, kendi fil damlarına götürürler ve
ölünceye kadar da, fili esaretleri altında kendi işlerinde kullanırlarmış.
Ben, bu av hikayesini her
duyduğumda, kendisini fiili veya muhtemel avcı olarak gören ve hemen her şartta
çevresindeki insanları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen,
insanları düşünür ; birçoğumuzun hafızalarının da filler kadar güçlü olmadığını
anımsar, sonrasında ise birçok yaşananlara tebessüm ederim...
Özden ve kendi
özünden uzak, günümüz insanının birçoğu ; kendi zeka seviyesinin ve aklının,
çevresindeki diğer insanlardan oldukça fazla olduğunu düşünür ve zihninin önce
ürettiği, sonrasında ise geliştirdiği strateji doğrultusunda da nihai
hedeflerini gerçekleştirmesinin daima kolay olduğunu zanneder. Oysa bu bireyler
; sonuca doğru yol aldıkça, hedeflerinden ne kadar ilgisiz bir yere geldiklerini
veya gittiklerini görür ve/veya yaşarlar. Genellikleyse kazançları, kendileri
dışındaki insanların kendi yaşamlarındaki varlıklarını ve ağırlıklarını yüksek
maliyetlerle yalnızca öğrenmek ve tanımak olur...
Öğrenmenin fiziksel
boyutu, çoğunlukla yeryüzündeki savaş sanatlarından türemiştir. Hemen hepsinde
de etkili olmanın ve nihai sonuç almanın, insan dikkatinin merkezde
toplanmasıyla sağlanabileceği fikri esastır. Ama bu merkez sabit ve durağan
değil, akışkan bir merkezdir. Tıpkı bir ağacın dalı gibi, bir köke bağlı ama
esnektir. Birlikte yaşamanın merkezindeki kök de, saygı kelimesinin kapsamı ve
içeriğindedir.
Saygı duymak asla
edilgen bir davranış değildir. Birine saygı duymak, onun bilgi, belge ve
deneyimlerle beslenen havuzunu besleyen kaynakları ya araştırıp bulmayı, ya da
birikimlerimizle orantılı algılamamızı içerir.
Çevremizdeki herhangi bir insana
baktığımız veya bir insanda gördüğümüz açıyı ve/veya düzlemi değiştirdiğimizde ;
onun hakkında ne kadar çok özelliği gözden kaçırmış olduğumuzu fark ederiz. İşte
bu ilkinden sonraki bakış veya görüş ; karşımızda soluk alıp veren ve ayrıca da
bizim parmak izimizden farklı bir parmak izine sahip olan, canlı bir insan
olduğunu, daha iyi algılamamıza olanak sağlar..
Unutmamalıyız ki ;
algılama yeteneğimiz, bir şimdiki zaman uzmanlığıdır ; geçmiş zaman üzerinde
düşündükçe ya da gelecek zaman konusunda endişelendikçe, yaşadığımız şimdiki
zamanı, yaşama ve yaşatma yetkinliğimiz azalır.
Özetle ve özümüzde
unutmamamızdan hareketle ; saygıyı, bizler kadar her ferdin de hak ettiğini
ve meşru hakkı olduğunu, görmeli, yaşamalı ve yaşadıklarımızı da yaşatmalı...
Unutanlar Diyarı
Ne dünü,
Ne de dünden
öncesini,
Ne hatırlar,
Ne de
hatırlatırlar,
Mihmandarlığa talip olanlar,
Durum böyle
olunca,
Vazgeçmek
yerine yaşamdan,
Şartlarla
uzlaşır,
Özle,
özlerinde yaşar !
Bizim
unutanlar ;
Ezilseler
de,
Çiğnenseler
de,
Zihinlerinde
ve yüreklerinde,
Bir
gülümsemeyle sıyrılır gelirler,
Kendi
gündemlerine,
Geldikleri
yerin bilinciyle ;
Dünü
gözlerinde,
Geleceği,
yaşarken yüreklerinde,
İkide biri,
Okumaktan
öte,
Bakar ve
görür,
Canana can
vererek yaşayan,
Unutanlar
diyarının,
Anlaşılmaz
kalabalığı..